İKİ PAPATYA BİR ÇANAKKALE

Değerli okuyucu, tarihsel olaylarda bir kişinin anlattığı olay haber-i vahit (yalan haber), iki kişinin yaşadığı olay ise haber-i asil yani doğru haber niteliğindedir.

Yıl 2014 Mayıs ayı;

“Başkent Ankara’da yaşamımı sürdürmekteyim. Bir gün akşamüzeri eve geldim. Akşam televizyon izlerken Çanakkale savaşı ile ilgili bir belgesel izliyorum. İşimin yoğunluğu sebebi uyumuş kalmışım. Sabah kalkıp iş yerime gitmek üzere yola koyuldum. Yaya olarak kaldırımda yürürken telefon ile mahalleden arkadaşım Çanakkale de ikamet eden Merve ile görüştüm. Çok merak ettiğim şehir Çanakkale’ye ve arkadaş özlemini gidermek üzere ziyaretine gelmek istediğimi söyledim. Merve’de kabul etti.

Aynı hafta sonu iş yerimden izin aldım. Bir gün önceden uçak rezervasyonumu yaptırıp Çanakkale’ye hareket ettim. Çanakkale Hava Alanı’na indiğimde arkadaşım Merve ile buluştuk.

Ertesi gün akşama doğru birlikte kordona indik. İskelesinde sahilde kordondayız. Yürüye yürüye yakında bulunan Askeri Deniz Donanma Komutanlığı müzesi içindeki Çimenlik Kalesi bahçesine geldik. Hava kararıyordu. Avrupa yakasına doğru bakan banklardan birine oturduk.  Kendimizi, güneş batarken boğazın o tertemiz denizini ve dalga şırıltıları ile birlikte karşıda görülen ışıklandırılmış “Dur Yolcu” yazısına bakarken bulduk. Hava güzel, bir bahar günü akşamındayız. Çimenlik Kale’sinin adına yakışır çimen ile deniz yosun kokuları karışımı ve hafifçe esen meltem rüzgârlarını bedenimizde hissediyoruz.

Karşı kıyılarda yüz yıl önce amansızca yapılan Çanakkale savaşından bize hatıra şehitliğe baktığımı da hatırladım. O anda şehitlikleri görme isteğim içimde inanılmaz ve müthiş bir sevda olduğunun tekrar farkına vardım. Gönlümde kıpırtılar hat safhadaydı.

O gün kordondaki yürüyüşümüz ve şu an oturmakta olduğumuz kale içi huzur içindeydi ama epey kalabalıktı. Birden Merve’ye;

-“Yarın Şehitlik gezisi yapalım mı?”  dedim. Arkadaşım da kabul etti.

Ankara’da zaten Çanakkale’de Şehitlik Gezi’sine giden arkadaşlarımdan hep işitirdim. Şehitliğin manevi huzurunu, değişik ve ilginç kokusu olduğunu anlatırlardı. Sanki beni şehitliğe çeken garip bir duygu vardı. Arzum sade ve masumane bir gezi yapmak ve bu vatanı bize emanet eden binlerce şehidimize de bir iki dua etmek idi.

Ertesi sabah “Şehitlik Gezisi” için yola koyulduk. Karşı kıyıya Kilitbahir Köyü iskelesine Feribotla geçtik. Avrupa kıyılasında asfalt kenarın da kalabalığın gittiği yöne doğru yaya ilerliyoruz. Elimizde gezi programı yok.

Merve’ye bir şey söyleyemiyor ve soramıyorum. Çünkü ona şehitlik gezisine çıkalım diyen benim.  Merve de şehitliği bilmiyor. Biranda kendimizi Kilitbahir Kalesi önünde bulduk. Kale önünde “Şehitliği nasıl gezebiliriz” diye oradan geçen birkaç kişiye sorduk. Bize;

“Biraz sonra buradan geçecek köy minibüsüne binin sizi istediğiniz şehitliğe götürür.” Dedi.

Minibüsün ön camımda yazdığını okuduğumuz “Alçı Tepe Köy” minibüsüne el kaldırarak bindik. Önce köyde yolcularını indirdi. Sonra da minibüste kalan beş altı şehitlik yolcusu ile bizleri Eski Hisarlık Tepe’sindeki “Mehmetçik Abidesi” ne bıraktı.

Yaklaşık bir iki saat şehitliğin en büyük “sembolik şehit mezarlarını” gezerken dua ettik. Sonra “Meçhul Asker mezarını, Mustafa Kemal Paşa’nın “Barış mesajını okuduk ve hüzünlendik. “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar….”  “Temsili Savaş kabartma-Rölyefini, Türkiye’nin 3. Yükseklikte ki “Bayrak direği ve şanlı Türk Bayrağı’nı, 18 Mart Tören alanını platformu ile bir kitabın açık vaziyetinde mermer sütünü ve içinde Kuran-ı Kerimin Bakara suresi 164. Ayeti ile Mehmet Akif’i meşhur Çanakkale şiirinden dörtlüğü okuduk. Birlikte bol bol fotoğraf çektik, gördük ve gezdik. Dünyanın 4. Yükseklikte karşımızda duran

“Çanakkale Şehitler Abidesi” ayrı bir muhteşemdi.    Arada şehitlerimizin ruhlarına şükran ve dualar ederek içsel huzurumuzu rahatlattık. Biraz yorulduk. Sonra yaya yürüyerek Morto Koyuna indik. Öğle yemeği yedik. Gezi bizim için yeterliydi. Artık geri dönmeliydik.

Geldiğimiz geri gitmek istiyoruz. Etraf o kadar kalabalık ki “iğne atsan yere düşmez” misali. Bize;

“Bu saatte araç bulamazsınız. Park halinde olan elli altmış adet gezi otobüsü var. Hepsi aynı yöne gidiyor. Bu otobüslerden birine emaneten binin sizi gideceğiniz yere kadar bıraksınlar”  dediler.

Bizden az uzakta bir gezi otobüsü ve yanında duran bir bey, ikimizi görünce samimi bir tavırla sanki kendi yolcusuymuş gibi bize uzaktan seslendi;

-“Hanımlar. Gelin. Haydi, acele edin. Otobüs sizi bekliyor. Nerede kaldınız? Lütfen araca binin. Eceabat İskelesi’ne gidiyoruz.”

Bizi araca davet eden şahıs temiz yüzlü elinde kalınca bir not defteri, orta boylu kumral bir bey idi. Merve ve ben otobüse bindik. Otobüsün en arka beşli koltuğun bir önü olan iki kişilik koltuğa yan yana oturduk. Bindiğimizde o ana kadar hiçbir gariplik yoktu. İçeride ki yolcuların genç askerler olduğunu, ben ve Merve’den başka bayan olmadığını fark ettim. İkimizde askerlerimizin arasında yolculuk yapmaktan onur ve gurur duyduk. Öyle ya asker demek, güven, cesaret ve kahramanlık demekti. Otobüs hareket halinde yol alıyoruz. Kasetten yayınlanan ve hoparlörden şehit ve şehitlik ile ilgili bilgi veriliyordu.

Daha sonra otobüs yolculardan yol ücreti toplamaya başlandı. Ben hemen verilecek parayı elime hazırladım. Bizi otobüse davet eden bey yanımıza geldi ve ikimizden de ücret almadı.

-“Sizin paranız burada geçmez.” Dedi. Şaşırdık. İkimizde teşekkür ettik. Hemen ardından çantasından bir adet kendisine ait “ön yüzünde Türk Bayraklı bir Kişisel Tanıtım Kartını” verdi. Merve karta baktı;

-“Bu tanıtım kartı sende dursun.” Dedi.

Bende gelecek zamanlarda lazım olabilir düşüncesi ile çantama koydum.

Araç hareket halinde Kilitbahir’e yaklaşıyordu. Bir ara otobüs içinde etrafıma bakınmaya başladım. Yanımızda ve arkamızda ki askerlere baktım. İçimi bir garipliktir kapladı. Çünkü askerler birbirleriyle hiç konuşmuyorlardı. Hiçbir hareket yok. Askerlerin üzerlerinde,

-“Bugünkü Komando üniformalı askeri üzerlerinde savaş kıyafeti ve tüfekleri ellerinde süngü takılıydı.”

Kilitbahir Köyünü geçtik. Biz inmeliydik. Ama nedense iskele önünde inemedik.

“5 km. ileride Eceabat kasabasında iner oradan Çanakkale ye geçeriz.” dedik.

Eceabat’a ilerliyoruz. Askerlerin yüz hatları sapsarı ve gözler sabit bir noktaya bakıyorlar. Gözleri de sarı’ya çalıyordu. Ama canlıydılar. Askerlerin gözleri ile aynı noktaya ileriye doğru bakıyorlar.

Bu garip yolculuk devam ediyor. Hesabıma göre şimdiye kadar Feribot İskelesine gelmiş olmalıydık. Yan tarafımızda ikili koltukta oturan iki asker de sabit kaskatı disiplinli bir şekildeler. Bayan olduğumuz için bize  hiç bakmıyorlar. Ama hiç de kıpırdamıyorlar.

Morto Koyu ile Eceabat arası en fazla yarım saat ama biz on dakikada geldik. Ben ve arkadaşım Merve otobüs içindeki ortam nedeniyle huylanmaya ve huzursuz olmaya başladık. Kil Eceabat’ta deniz kıyısında çay bahçeleri ve lokantalar var. Hemen girişte. Araçtan inelim oradan yürüyerek iskeleye gideriz dedik. Ancak aracı kullanan otobüs şoförü direksiyonda görünmüyor. Ben şaşkınlık içindeyim;

-“Biz burada inmek istiyoruz.” Dedim.

Bizim oturduğumuz koltuğun önünde cam kenarındaki asker ayağa kalktı ve tok bir ses ile;

-“Hayır, siz burada inmeyeceksiniz” Dedi.

Bu kelimeleri söyleyen asker başından savaş yarası almış hala kan izleri vardı ve beyaz sargı beziyle kaşlarına kadar sarılı idi. Bir daha baktım kolu da sarılı idi.

Merve ye döndüm;

-“Merve bizi kaçırıyorlar” herhalde dedim ve tekrar ayağa kalkıp;

“Bizi otobüsten derhal indirin”  diyerek yüksek sesle bağırdım.

Otobüs içinde bir anda sessizlik oldu. Otobüs birden yavaşladı.

Az ilerde Eceabat iskelesinin tam önünde durdu. Hızlıca araçtan korku ve endişe ile indik. Bizi otobüse davet eden bey, araç kapısı önünde nezaketle inmemizi bekledi. Arabalı Feribot biletimizi de bir koşuda bilet gişesinden aldı ve elimize tutuşturdu. Şaşkınlık içindeydik. İkimize de asker selamı vererek otobüse bindi. Kısa süre afalladık ve hemen toparlanıp otobüse el sallayıp vedalaşmak için arkamızı döndük. Ancak yol güzergahında hiçbir vasıta yoktu?

Arabalı Feribota bindik. Her ikimize de büyük bir şaşkınlık ve ürperti geldi.

Çanakkale’ye geçtik. Çanakkale’ye giden Arabalı Vapur’da denizde seyir halindeyiz. ikimizden başka ne bir vasıta ve ne de bir insan yoktu. Sanki bu vapur sadece bizim için kalkmıştı.

Akşam üzeri Çanakkale iskelesine indik. Merve ve ben birbirimizle göz göze geldik. Bugün kü gezide neler yaşadık? Şimdiye kadar hiç sarılmadığımız gibi birbirimize sarıldık. İkimizde o anda spontane-doğaçlama şu anlamlı cümleler döküldü.

-“Şehitlere ölüler demeyiniz. Çünkü onlar diridirler”

Geziden kalan elimde sadece hatıra kalan bizimle nazikçe ilgilenen o Bey’e ait sadece “kişisel tanıtım kartı” vardı.

Nilgün D. ve Merve A.- Ankara

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

57. Alay

İzzettin Çalışlar, 25 Nisan 1915 tarihinde 57. Alay’ın düşmana doğru atılışını şu şekilde tasvir etmişti:

“Bugünkü muhârebede askerimizin tevekkül-i dindârâneleri (dini inançları) pek ziyâde şâyeste-i takdîrleridir (takdire layıktır). 57’nci Alay efrâdı (askerleri) başka bir aşk ile çarpışmışlardı. Efrâd şahâdet mertebesine varmak emel ve hissiyâtıyla meşbû’ (dolu) idi. Cennete kavuşacaklarına imân etmişlerdi. Muhârebeden sonra arâzî üzerinde şuraya buraya bırakılmış çamaşırlara tesâdüf ediliyordu. Bu çamaşırlar şehîd olunca temiz libâs (elbise) ile cennete kavuşmayı düşünen dindâr kahramânların attıkları eski ve kirli çamaşırlar idi. Yerine temiz çamaşırları giymişlerdi. Böyle bir asker şehîd oluncaya kadar dâ’imâ gazidir. Düşmanı önüne katar, savletine, süngüsüne düşman dayanmaz. Bu ulvî hâtıra târîh-i askerî ve millîyemizi (milli ve askerî tarihimizi) tezyîn eden (süsleyen) vekâyi’den (olaylardan) ma’dûd olmaya (sayılmaya), daima tahattür edilmeye (hatırlanmaya) değer…”

57’nci Piyade Alayı, 25 Nisan 1915 tarihindeki Bigalı’dan yürüyüşüne bu duygu ve hislerle başamıştı.

Çanakkale Kara Muharebeleri’nde düşmanla çarpışan 79 alaydan sadece bir tanesi olan şanlı 57. Piyade Alayı, 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal [ATATÜRK]’ün emrinde 25 Nisan 1915 tarihinden cephenin kapanışına kadar geçen sürede sayısız fedakarlığı ve kahramanlığıyla Çanakkale Zaferi’nin simgeleşen alaylarından biri olmuştur. Vatan müdafaası için şehâdet mertebesine ulaşmaktan hiçbir çekince göstermeyen şanlı alayın kahraman askerleri, muharebelerin ilk gününden son gününe kadar siperlerini bir an dahi bırakmamıştır. 57. Piyade Alayı, Çanakkale Kara Muharebeleri’ndeki fedakârlık ve kahramanlıkları sebebiyle 27. Piyade Alayı’ndan sonra sancağına harp madalyası takılan ikinci alay olmuştur. 57. Piyade Alayı’na verilen bu madalya, bizzat Sultan Mehmed Reşat ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın imzasıyla takdim edilmiştir. Özellikle 25 Nisan 1915 tarihinde Kocaçimen Tepeleri’nin düşman eline geçmesini engellemeleri ve kahramanca vuruştuğu için 30 Aralık 1915 tarihinde verilen karar şu şekilde olmuştu:

“19’uncu Fırka’ya mensub olup Çanakkale’de fevka’l-‘âde şecâ‘at ve yararlık göstermiş olan 57’nci Piyâde Alâyı nâmına sancağı üzeri sırma işleme “Devlet-i Osmanîye ile İ’tilâf Devletleri harbinde 57’nci Piyâde Alâyı’nın düşman tarafından fî 12 Nisan sene 331 [25 Nisan 1915] günü Çanakkale’de Arıburnu’nda vuku‘ bulan ilk ihrâcda karaya çıkmış düşman kuvvetlerinin ilerlemesi ve Kocaçimen Tepeleri’nin düşman eline geçmesine yevm-i mezkurdaki hareket-i serî‘a ve savlet-i şedîde-i şirânesiyle mâni‘ olmak ve aylarca düşman-ı merkum karşısında hatt-ı harbde kalarak ona karşı kahramâne muhârebeler icrâ etmek suretiyle gösterdiği fevka’l-‘âde şecâ‘at ve yararlığın hâtırâsıdır.” ‘ibâresini hâvî murassa‘ imtiyâz nişân-ı ‘âlîyesi kordelası ebâdında nısfı yeşil ve nısf-ı diğeri kırmızı kordela ile kılıçlı levhayı muhtevî altın ve gümüş imtiyâz ve harb madalyaları i‘tâ olunmuştur. Bu irâde-i senîyenin icrâsına Harbîye Nâzırı me’murdur.

22 Muharrem sene 334 ve 17 Teşrîn-i sânî sene 331 [30 Aralık 1915]”

Birinci Dünya Harbi serüvenine Tekirdağ’ın Yarçeşme Barakaları’nda başlayan 57. Piyade Alayı, Çanakkale Muharebeleri’nde göstermiş olduğu fedakârlık ve kahramanlığıyla Çanakkale’den 19. Tümen bünyesinde 2.741 mevcutla ayrılarak Galiçya Cephesi’nde çarpışmaya gitmiştir. Galiçya’da da kahramanlıklarına yenilerini ekleyen alay, vatan müdafaasının da simgeleşen alaylarından olmuştur.

57. Piyade Alayı’nın bu kahramanlıklarını gün gün, saat saat anlatan harp cerideleri, tam 106 yıl sonra gün yüzüne çıkarıldı.

2018 yılında başlayan çalışmalar Çanakkale Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı ile Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi iş birliğiyle sürdürülerek yürütücülüğünü Prof. Dr. Murat KARATAŞ’ın üstlendiği projenin sonucunda 57. Piyade Alayı Komutanı Şehit Yarbay Hüseyin Avni Bey’in 106. ölüm yıldönümünde tamamlanarak bir eser haline getirildi. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Tarih Bölümü akademisyenlerinden Prof. Dr. Murat KARATAŞ’ın ve Arş. Gör. Buğra TERZİ’nin yayına hazırladığı “Harp Ceridelerine Göre Çanakkale Savaşları’nda 57. Alay” isimli kitap, ilgililerinin hizmetine sunuldu. Bu vesileyle eser, kahraman alayımıza ve tüm şehitlerimize ithaf edildi. Ruhları şâd olsun.

Seyit Onbaşı

Çanakkale Boğaz Muharebesi’nin en önemli isimlerden birisi hiç şüphesiz Rumeli Mecidiye Tabyası’ndan görevli Seyit Onbaşı’dır. Görev yaptığı topun vinç kolunun bozulması nedeniyle, tabyasındaki ağır toplardan kaldırarak işlemez hale gelen topunun atışını devam ettirmişti. Seyit Onbaşı, 1936 yılında kendisi ile yapılan mülakatta 18 Mart 1915 tarihini şöyle anlatmıştır:

“Düşman gemileri güdük ayın (şubat) son günlerinde bir yol Boğaz’ı zorlamış ve boyun ölçüsünü almıştı. 5 Mart (18 Mart 1915) günü idi. Ben Kilitbahir Mecidiyesindeki uzun 24’lüklerin üçüncü topunda idim. Ortalık yeni ağarıyordu. Tarassutlar boğazın ağzında düşman gemilerinin bugün fazlalaşmakta olduğunu kumandana bildiriyordu. Bizim her şeyimiz tekmildi. Tam saat sekizde boğaz tarafından doğru bir gümbürtü koptu amma bu evvelkilerine benzemiyordu. Düşman bu sefer çok şiddetli ateş açmıştı. Biz de mukabele ediyorduk. Bir aralık toz duman içinde kaldık. Ortalık azıcık yatışınca ne oldu ki diye bakındım. 38‘lik bir düşman mermisi bizi biraz körlemiş. Büyük bir çukur açarak sağa sola zarar yapmıştı. Topun mataforası kırılmış, ihtiyat mermi yolunda bozmuştu. Asıl yok sağlamdı. Yalnız toprak altına kalmıştı. Topumuza çok şükür bir zarar olmamıştı.  Hemen yolu temizledik. Toprak altında kalan çavuşumuzu kurtardık amma ondan ümit kalmamıştı. Sade soluyordu o kadar. Onu hemen geriye gönderdik. Bu sırada kumandan bir kırılan matafora koluna, bir de boğaza doğru bakıyordu. Bende baktım. Boğaza doğru. Ne göreyim, düşman gemileri ağır ağır içeriye girmiyor mu? Hemen geriye fırlayarak araba üzerinde duran koca merminin başında boyunlarını bükmüş bakmakta olan arkadaşları araladım. Bir kere mermiyi kucaklayacak oldum, yağlı olduğundan elimden kaydı.  Elimi biraz toplayarak bir dizimi yere koydum ve mermiyi sırtladım. Kendimi topun ağzında buldum. Merdivenleri ilk defa nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Gene aşağıya atlayarak 2., 3., 4., mermileri sıra ile taşımaya başladım. Kısa bir zaman sustuktan sonra aslan topumuz gene gürlemeye başlamıştı. 4. Mermiyi attıktan sonra idi.

Cumhuriyet Gazetesi

Ezineli Yahya Çavuş

“Askerimizle başındaki 10 bölük ikmal efradından Ezineli Yahya Çavuş’un cesaret ve besaleti sayesindemezkûr koy sahili boydan boya düşman cesetleriyle dolmuştu. Yahya Çavuş kahraman olduğu kadar sebat ve metanı maiyetinde icrayı nüfuzu sayesinde mangaları efradı ile birlikte müteaddit ve dehşetli bombardımana karşı akşama kadar sebat ile düşmanın yüzlerce askerini öldürdü. İkindinden sonra Ertuğrul Koyu’nu yandan döven bu dört mangalık siperin manevi lüzumlu olduğuna düşman tarafından kanaati kamile hasıl olmuş olmalı ki düşmanın bir kısmın donanması oraya ateş açtı ve mezkûr siperleri dümdüz etti. Kahraman Yahya Çavuş berhayat neferleri ile o siperlerden başka cihete atladı ve düşmanın ihracatına mâni olmak için ateşine de devam etti ne çare ki Tekke Koyu’ndan çıkan düşman kuvveti Aytepe’yi aldıktan sonra Ertuğrul Tabyasını arkadan sardığı haberi Yahya Çavuş’a geldi. Kahraman Yahya Çavuş tahtı kumandasında bulunan takımın bakiyesiyle bu yeni düşmana doğru ilerledi ve süngüleri taktırdı fakat kendisine haber varmazdan evvel oradaki manga efradından dördü şehit, ikisi mecruh olması üzerine düşman makinalı tüfeği kurmuştu. Yahya Çavuş’u makinalı tüfek ateşiyle karşıladı ortalık kararmıştı. Bir tabur kadar iş gören Yahya Çavuş mahcup bir vaziyetle harap kalesinde bölük kumandanına iltihak etmeğe mecbur oldu. Ertuğrul Koyu’nu 12 saat müdafaa ettikten ve her türlü ateşe dayandıktan ve siperleri dümdüz olarak arkası alındıktan sonra mevkiinden ayrıldı…”

Mehmet Fasih Bey, Kanlısırt Günlüğü, Mehmet Fasih Bey’in Çanakkale Anıları, Yay. Haz. Murat ÇULCU, İstanbul: Arba Yayınları, 1997.

Vefa Lisesi Muallimi Ahmet Rıfkı

Vefa Lisesi Muallimi Ahmet Rıfkı

Yıl 1915. Aylardan Mayıs. Çanakkale‘de kızılca kıyametin koptuğu günler.  Vefa Lisesi Fransızca Muallimi Ahmet Rıfkı her günkü gibi mektepten içeri girer. Koridorlarda sessizlik hâkimdir. İlk dersi birinci sınıfadır ve aynı suskunluk o sınıfta da vardır. Talebeler başlarını önlerine eğmişler öylece sıralarında oturuyorlardır. Selâm verir Ahmet Rıfkı, ama çocuklar selâma bile karşılık vermezler!. Ahmet Rıfkı iyice şaşırmıştır. Arka sıralarda oturanlardan biri ayağa kalkarak; “Hocam, mahallemizde eli ayağı tutan ağabeylerimiz Çanakkale’ye gönüllü gittiler ama siz hâlâ buradasınız! Biz de gitmek istiyoruz, fakat yaşımız tutmuyor, söyler misiniz bize, vatanımız elden giderse sizin verdiğiniz eğitim ne işe yarar?” Ahmet Rıfkı’nın konuşacak hâli yoktur! Çocuklar elbette haklıdır ve o an kararını verir. Kendisi de Çanakkale’ye gitmelidir, vatan için, Hakkı ve Hakikat için düşmanla çarpışmalıdır.

Yaşlı gözlerle sınıftan çıkar ve mektebin idaresine dilekçesini verir.. Arkadaşlarıyla, talebeleriyle vedalaşır, evine gelir. Ahmet Rıfkı‘nın hayattaki tek varlığı yaşlı annesi Ayşe Hanım‘dır ve Şehzadebaşı semtindeki evlerinde beraber oturmaktadırlar. Durumu annesine anlatır, ondan hakkını helâl etmesini ister. Ardından mahallenin bakkalı, gün görmüş bir zat olan Selâhattin Adil Efendiye uğrar ve şöyle der: “Selâhaddin Amca, Allah’ın izniyle vatanın bağrına saplanmış olan düşman hançerini çıkartmaya gidiyorum. Senden isteğim, anamı iaşesiz bırakma! Kısmetse dönüşte borcumu öderim!”

Ahmet Rıfkı önce İstanbul‘da kısa bir eğitim görür sonra da Çanakkale-Düztepe‘deki birliğine Bölük Komutanı olarak gider. Çeşitli cephe ve siper savaşlarına katılır. Düşman 19 Aralık günü Arıburnu ve Anafartalar bölgesini gizlice terk etmişti. Bu sırada düşmanın hazırlamış olduğu lağımlarla (yer altından kazılan tünellere yerleştirilen bombalar) Birliklerimize bir hayli zayiat vermişti. İşte bu lağımlardan bir tanesinin patlatılmasıyla Ahmet Rıfkı ağır bir yara aldı. 19 aralık günü saat 08:20 sularında şehitlik mertebesine ulaştı. Şimdi O, Conkbayrı’nın eteklerinde huzur içinde yatmaktadır.

Ahmet Rıfkı‘nın şehitlik haberi kısa zamanda İstanbul’a ulaşır. Annesi haberi alır, çok üzülmesine rağmen imanı bütün bir hanım olduğundan hadiseyi tevekkülle karşılar. Aklına, veresiye yiyecek aldığı bakkal gelir. Bakkala gider ve “Selâhaddin Efendi, oğlum Çanakkale’de şehit düştü. Şehitlik künyesi, eşyaları ve ikramiyesi bir heyetle bu sabah bana ulaştırıldı. Yedi aydır senden veresiye alırız, borcumuzu verelim de oğlum borçlu yatmasın” der. Selâhaddin Efendi şöyle cevap verir; “Ayşe Hanım sen okuma yazma bilmezsin, okuma bilen bir yakınını getir de hesabı o çıkarsın”. Bunun üzerine Ayşe Hanım, komşusunun kızı Gülşah‘la birlikte dükkâna gider. Selâhaddin Adil Efendi,“ Ahmet Rıfkı” bölümünü açarak veresiye defterini Gülşah‘ın önüne koyar!

Kız, defteri incelerken birden hıçkırıklarla ağlamaya başlar. Bu duruma Ayşe Hanım ve dükkândaki diğer müşteriler de şaşırmışlardır. Gülşah‘ın yanına gelirler. Gülşah, onlara veresiye defterindeki kırmızı harflerle yazılmış satırları gösterir.

ATATÜRK CEPHEDE NELER YAŞADI?

ATATÜRK CEPHEDE NELER YAŞADI?

Tarih 25 Nisan 1915, Müttefiklerin Arıburnu bölgesinde Anzak koyuna asker çıkardıkları haberini alan Yarbay Mustafa Kemal, önce Komutanlarına ulaşmayı denedi, onlara ulaşamayınca hiç emir beklemeden ve vakit kaybetmeden kendi inisiyatifi ile harekete geçti. Bir dağ bataryası ile sıhhiye bölüğünü yanına alıp Kocaçimentepe bölgesine doğru ilerledi. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim:
“Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne çok enteresan bir sahnedir. Olayın en mühim anı bence budur. Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetlemesinde görevli bulunan bir müfreze eratının Conkbayırı’na doğru koşmakta olduğunu gördüm. Size şu karşılıklı konuşmayı aynen ifade edeceğim!
Şahsen bu eratın önüne çıkarak:
– Niçin kaçıyorsunuz? Dedim.
– Efendim, düşman! Dediler.
– Nerede?
– İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Hakikatte düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaştı ve serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün, Ben kuvvetlerimi bıraktım, erat on dakika istirahat etsin diye. Düşman da bu tepeye gelmiş… Demek ki düşman bana benim askerimden daha yakın! Ve düşman benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir vaziyette yakalanmış olacaktı. O zaman artık bunu bilmiyordum, bir mantık düşüncesi ile midir, yoksa içimden gelen tabii bir duygu ile midir bilmiyorum;
Kaçan erata:
– Düşmandan kaçılmaz dedim.
– “Cephanemiz kalmadı” dediler.
– Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım ve yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırına doğru ilerlemekte olan 57. piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen eratın marş marşla bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir subayını geriye gönderdim. Bu erat süngü takıp yere yatınca düşman erleri de yere yattı. Kazandığımız an bu andır.”
Bu olaydan az sonra 57. alay da yetişmişti. Albay Mustafa Kemal: “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetlerimiz ve kumandanlarımız alacaktır.” sözlerini yine bu noktada söyleyecektir.

Çanakkale Günlük Gezi Tur Rehberi-Kılavuzu